10 Temmuz 2018 Salı

Film Tavsiyesi- Ahlat Ağacı

       
       "İnsan neden illa en yakınında duran hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki? Halbuki hayatta öyle güzel şeyler var ki... Kalabalık, ışıklı caddeler, güzel yemekler, uzaklara giden gemiler, aşklar, sarhoşluklar, yağmurda ıslanmalar..." 

        Ahlat Ağacı'nı geçen hafta iki kere izledim. İlkinde beni kırmak istemeyen bir arkadaşımla, ikincisinde bu filmi görmelisin dediğim bir arkadaşımla izledim. Kafamda yankılanan diyaloglarla biten filmin bendeki etkilerini, psikolojik ve bazen sosyolojik bir bakış açısıyla anlatmaya çalışacağım. 
         Film, üniversiteden yeni mezun olan bir gencin, atom bombası atıp yıkmayı planlayacak kadar nefret ettiği kasabasına döndüğü sahneyle başlıyor. Filmdeki sahneler Nuri Bilge Ceylan'in tıpkı diğer filmleri gibi yaşamın içinden gerçek sahnelerle dolu, bu fotoğraf anları öyle muhteşem olur ki hayranlıkla bakakalırsınız gördüğü hissettiği pencereye.

         Eve geldiğinde annesinin ve kız kardeşinin diziye kitlenmiş olması, babanın oğlunu karşılaması o kadar gerçek sahneler ki, ruhunuzda bir yerlere mutlaka değiyor. 
         Filmin başka bir sahnesinde Yılmaz Güney 'in Umutsuzlar filminin gösterilmesi,filmin içindeki tükenmiş kadın ve adamlara nasıl da ışık aslında. Filmin baş rol oyuncusu Sinan da, babası İdris de; fiziksel olarak da,oyunculuklarıyla da filme tam oturmuşlar. Cemcir' i hep komedi filmlerinde görmüş olsak da muzip baba rolüyle rolünün hakkını veriyor. 
         Atansa öğretmen olup çocukları eğitecek öğretmenin, başka bir mesleği zorunlu seçmesi, protestocu dövdüğünü anlatması sosyolojik bir vaka iken, gücü eline geçirmesi ve kendini gerçekleştirememesi adına da psikolojik değil mi? Yazar rolünde Serkan Keskin var, kendisi sanat filmlerinde sık rastladığımız bir oyuncu. Yazar ve yazar adayı arasındaki diyalog sırasında Sinan'in yazara "Bir adamın çok kıymetli eşyası var, sana fayda sağlayacak alır mısın? "diye sorması ve ondan icazet almayı beklemesi, ardından kendi içsel hesaplaşmalarının nedeni olarak gördüğü rüyalar, suçluluğa heykelin kolunu suya atarak başlaması, suçlarının artmasına rağmen film boyunca nerede vicdan muhasebesi yapacak sorusu, film süresince zihninizi kurcalamaya devam ediyor. 
         Gördüğü rüyalar bilinçaltının bize verdikleri diye biraz rahatlıyoruz. Truva atının içerisine saklandığı sahne, köpeğin denize koştuğu sahne oh o kadar da kötü değilmiş diye düşündürürken seyirciyi, iyi niyete olan özlemiyle buluşturuyor. 
         Filmde imamın elma çalması ardından yaşam, kader ve din üzerine geçen diyaloglar da eşsiz satır aralarıyla dolu. 
         Ayrıca filmde alışık olduğumuz baba modelinin yıkılışı da var. Neydi alışık  olduğumuz ve görmeyi tercih ettiğimiz baba modeli? Ağlamaz, duygusal değildir, çoğunlukla öfkelidir. Oysa Sinan'in babası onu tek eleştirmeyen olarak tanımladığı köpeği kaybolunca uluya uluya ağlamıştı. (karısının betimlemesi tam olarak buydu.)

        Bağımlılıklar bize gösterir ki; kendi benliğini saklı tutmak ve maskeyi bozmamak için çok daha fazla uyuşturucu, sigara, alkol veya yemek gerekir. Duyguları, hisleri ve korkuları bastırabilmek adına çok sayıda bağımlılık içeren davranış gereklidir. Bağımlılığın temeli burada başlar. Burada iki aydınlanma sahnesi var aslında. İkisi de intihar sahnesi ile vurgulanmış. Babanın ölümü ve Sinan'in ölümü. Sinan babasını, dedesini, uyumsuzluklarını, kaçışlarını, Ahlat Ağacı ile benzerliklerini buldu. Babasının dışa vurumunun kumarla, doğaya kaçışla, hayati ti'ye almakla, saflığıyla olduğunu anladı ve tam o noktada bütünleşti. 

         Baba oğul filmi olarak muhtemelen bugünden sonra danışanlarıma tavsiye ediyor olacağım, bazıları da muhtemelen filmin uzunluğu ile olumsuz geri dönüşte bulunacaklar:) Ben tavsiye etmeye devam edeceğim 😊

Serap Karaöz

"Vaktinde firar, zaferdir."

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Cinsel İstismarı Yok Edebilmek Mümkün Mü?


Cinsel istismarı yok edebilmenin mümkün olup olmadığını ben her cinsel istismar mağduru çocukla çalıştıktan sonra ya da her yetişkin terapisinden sonra düşünürüm.

Yetişkinlerle çalışırken neredeyse 10 kadından 6'sının, hatta bazen erkeklerin de çocukluğunda istismar yaşadığına şahit oluyorum. Duyduklarımız, dinlediklerimiz var, peki bilinçaltının unutmaya çalıştığı, sildiği, istismar edeni çok sevdiği için ya da korktuğu için gizli tuttuklarımız?

Cinsel istismar bu toprakların kaderi mi diye sorup duruyorum kendime. Son bir kaç gündür şahit olduğumuz haberler, ağlamaktan çocuğumuzu bile sevemediğimiz, düşünme yetimizi yitirmek üzere olduğumuz haberler. Bununla bitmesini umduğumuz, ama bitmeyeceğine adımız gibi emin olduğumuz...
Sosyal medya idam isteyenler ve istemeyenler olarak ikiye bölünmüş durumda. Tecavüze giden yoldaki engelleri yok etmedikten sonra kimi idam edeceksin? Bildiğini, duyduğunu idam ettin peki ya bilmediklerin, hasır altında kalanlar, korktukların, kabullenemediklerin, zihninin bile unutmaya çalıştıkları...

Ben başka bir soru üzerine düşünmenizi istiyorum. Bu ülke çocuk istismarında neden dünyada 3. sırada? Bunu çözmenin yolu nedir?
 Bunu başarabilmenin bence bir kaç adımı vardır, ilk önemli adımı cinsel eğitimdir, çocuklara 3 yaşından itibaren cinsel eğitim verilmelidir, her yıl artan bir kapsamla tatmin edici cinsel eğitim verilmelidir. Ama bir şey sormuyor ki diyemezsiniz cinsel eğitimde, dememeniz gerekir. O sormadan, o merak etmeden bilgiyi vermeniz gerekir, ki doğru bilgiyi bulmak adına yanlış yollara girmesin, kötü insanlarla karşılaşmasın, internette yolunu şaşırmasın. Bu okul öncesi dönemden başlayan eğitim, ergenlik döneminde daha da artmalı, cinsel yolla bulaşan hastalıkların bilgisini vermeli, istenmeyen gebeliklerden korunmanın yolları, bir bedene izinsiz dokunmanın yanlışlığı anlatılmalıdır.
İkinci adımı, kızlarla erkekleri ayırmamakla mümkündür, karşı cinsleri ayırmakla sağlıklı gelişime ket vurmuş olursunuz. Okul öncesi dönemde karı kocalık oyunu oynar çocuklar, ilkokulda kendi cinslerine yönelirler, ortaokulda ise karşı cinse karşı ( başka bir cinsel yönelim yoksa) yaklaşmaya, şakalaşmaya başlarlar. Bu flört gibi görülen ilk yakınlaşma, mesajlaşmalar ergenlerin yetişkinlikte sağlıklı bilgiler kurabilmeleri için kıymetli olandır.

Üçüncü adım, çocuğa hayır diyebilme özgürlüğünü sunmaktır, bedenine dair herhangi bir konuda zorlamamaktır. Yemek istemeyen bir çocuğa hayır doymadın sen diyerek de, giyinmek istemeyen bir çocuğa hayır üşüdün ben biliyorum hasta olacaksın, diyerek de, bedenine saygısızlık etmiş olursunuz. Ama en önemlisi izin almadan sarılmamak, öpmemek ile mümkündür. Seni öpebilir miyim demeden hiçbir yetişkinin çocuğu öpmemesi gerekir, kendi öz anne ve babasının bile, elbette öğretmenlerinin bile. Bu konuyla ilgili eski bir yazımın linkini de buraya ekliyorum.

http://atlasinatolyesi.blogspot.com/2016/01/ben-atolyeye-gelen-cocuklar-opmuyorum.html


Dördüncü adım ise birlikteliklerdeki cinsel yaşamın kalitesini arttırmak için belediyelerin yetişkinlere ücretsiz cinsel terapi hizmeti sunmaları, birliktelikleri iyileştirmeleridir. Cinsellik en temel içgüdülerdendir. Bu içgüdüyü bastırmadan, cinsel oyunları partnerler yaşayabildiği sürece, hem yakınlaşmış, hem de toplumun daha huzurlu bir üyesi haline gelirler.

Çok Freudyen bakış açısına sahip gibi gözükebilirim ama bir ilişkiyi kurtarabilmenin en önemli adımı cinsel birlikteliğin kalitesini arttırmaktır. Cinsel ilişkiyi partneriyle yaşayamayan kişi, sağlıksız ilişkiler kurmaya eğilim gösterecek, bunu sesini çıkartmayacak, en kolayındaki kişiler üzerinde deneyecektir. (Hayvana tecavüz, çocuklara tecavüz, kadınlara tecavüz, vb.) (Birliktelikler cinsel temel üzerine dayanmadıklarında sarsılmaya mahkumdur. )


Çocuklar ve ergenler için doğru cinsel eğitim nasıl olmalı diye ücretsiz seminerler veriyorum, meslektaşlarımı da bu alanda kamuoyu oluşturmak adına ücretsiz seminerler vermeye davet ediyorum.

Uzm. Psk. Serap Karaöz