"İnsan neden illa en yakınında duran hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki? Halbuki hayatta öyle güzel şeyler var ki... Kalabalık, ışıklı caddeler, güzel yemekler, uzaklara giden gemiler, aşklar, sarhoşluklar, yağmurda ıslanmalar..."
Ahlat Ağacı'nı geçen hafta iki kere izledim. İlkinde beni kırmak istemeyen bir arkadaşımla, ikincisinde bu filmi görmelisin dediğim bir arkadaşımla izledim. Kafamda yankılanan diyaloglarla biten filmin bendeki etkilerini, psikolojik ve bazen sosyolojik bir bakış açısıyla anlatmaya çalışacağım.
Film, üniversiteden yeni mezun olan bir gencin, atom bombası atıp yıkmayı planlayacak kadar nefret ettiği kasabasına döndüğü sahneyle başlıyor. Filmdeki sahneler Nuri Bilge Ceylan'in tıpkı diğer filmleri gibi yaşamın içinden gerçek sahnelerle dolu, bu fotoğraf anları öyle muhteşem olur ki hayranlıkla bakakalırsınız gördüğü hissettiği pencereye.
Eve geldiğinde annesinin ve kız kardeşinin diziye kitlenmiş olması, babanın oğlunu karşılaması o kadar gerçek sahneler ki, ruhunuzda bir yerlere mutlaka değiyor.
Filmin başka bir sahnesinde Yılmaz Güney 'in Umutsuzlar filminin gösterilmesi,filmin içindeki tükenmiş kadın ve adamlara nasıl da ışık aslında. Filmin baş rol oyuncusu Sinan da, babası İdris de; fiziksel olarak da,oyunculuklarıyla da filme tam oturmuşlar. Cemcir' i hep komedi filmlerinde görmüş olsak da muzip baba rolüyle rolünün hakkını veriyor.
Atansa öğretmen olup çocukları eğitecek öğretmenin, başka bir mesleği zorunlu seçmesi, protestocu dövdüğünü anlatması sosyolojik bir vaka iken, gücü eline geçirmesi ve kendini gerçekleştirememesi adına da psikolojik değil mi? Yazar rolünde Serkan Keskin var, kendisi sanat filmlerinde sık rastladığımız bir oyuncu. Yazar ve yazar adayı arasındaki diyalog sırasında Sinan'in yazara "Bir adamın çok kıymetli eşyası var, sana fayda sağlayacak alır mısın? "diye sorması ve ondan icazet almayı beklemesi, ardından kendi içsel hesaplaşmalarının nedeni olarak gördüğü rüyalar, suçluluğa heykelin kolunu suya atarak başlaması, suçlarının artmasına rağmen film boyunca nerede vicdan muhasebesi yapacak sorusu, film süresince zihninizi kurcalamaya devam ediyor.
Gördüğü rüyalar bilinçaltının bize verdikleri diye biraz rahatlıyoruz. Truva atının içerisine saklandığı sahne, köpeğin denize koştuğu sahne oh o kadar da kötü değilmiş diye düşündürürken seyirciyi, iyi niyete olan özlemiyle buluşturuyor.
Filmde imamın elma çalması ardından yaşam, kader ve din üzerine geçen diyaloglar da eşsiz satır aralarıyla dolu.
Ayrıca filmde alışık olduğumuz baba modelinin yıkılışı da var. Neydi alışık olduğumuz ve görmeyi tercih ettiğimiz baba modeli? Ağlamaz, duygusal değildir, çoğunlukla öfkelidir. Oysa Sinan'in babası onu tek eleştirmeyen olarak tanımladığı köpeği kaybolunca uluya uluya ağlamıştı. (karısının betimlemesi tam olarak buydu.)
Bağımlılıklar bize gösterir ki; kendi benliğini saklı tutmak ve maskeyi bozmamak için çok daha fazla uyuşturucu, sigara, alkol veya yemek gerekir. Duyguları, hisleri ve korkuları bastırabilmek adına çok sayıda bağımlılık içeren davranış gereklidir. Bağımlılığın temeli burada başlar. Burada iki aydınlanma sahnesi var aslında. İkisi de intihar sahnesi ile vurgulanmış. Babanın ölümü ve Sinan'in ölümü. Sinan babasını, dedesini, uyumsuzluklarını, kaçışlarını, Ahlat Ağacı ile benzerliklerini buldu. Babasının dışa vurumunun kumarla, doğaya kaçışla, hayati ti'ye almakla, saflığıyla olduğunu anladı ve tam o noktada bütünleşti.
Baba oğul filmi olarak muhtemelen bugünden sonra danışanlarıma tavsiye ediyor olacağım, bazıları da muhtemelen filmin uzunluğu ile olumsuz geri dönüşte bulunacaklar:) Ben tavsiye etmeye devam edeceğim 
Serap Karaöz
"Vaktinde firar, zaferdir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder